Kilide ilk soktuğu anahtar kapıyı açmadı. Zaten hayatta hiçbir ilkte başarılı olamamıştı; ilk üniversite sınavında, ilk aşkında, ilk evliliğinde… Ama bu defa hayat ona anahtarı değiştirme şansı vermişti. Elindeki anahtarlardan kilide uygun olanı bulup kapıyı açabilirdi.
İlk eşini ve ilk çocuğunu trafik kazasında kaybetmişti. Bazı şeyler ilkinin yerini tutmuyor. Ârif Bey için de tutmuyordu. Tutturamıyordu. Bu kazadaki en büyük suçun kendisinde olduğunun farkında olduğu için belki de bu böyleydi. Suçun fâili eğer bir nebze vicdanlı ise hayatın tüm zevklerini hep ıskalar. Denememişti ikinci bir evliliği. Söyleyenler olmuştu; daha gençsin, yine bir çocuğun olabilir, bak, yalnız bir yere kadar yaşarsın, huzur evlerine düşersin, bugünün yarını da var… İkinci bir evlilik ile başka birilerinin daha hayatına mâl olmak istemiyordu. Bu pişmanlığını kimseye söyleyemiyor, nasip deyip geçiştiriyordu.
Alkollü kullandığı arabanın kontrolünü kaybetmiş ve ailesi ile birlikte şarampole yuvarlanmışlardı. Üç takla atan arabanın altından sadece kendisi sağ çıksa da bu fecî anının altında her gün eziliyordu. Bu kazadan neden tek ben sağ çıktım sorusunu yıllarca sordu kendisine. Bu bir soru değildi, bu bir isyandı. “Neden ben de ölmedim!” Ama intiharı hiç düşünmedi. İntihar ona göre aklını kullanamamanın çaresizliğiydi, acizlikti, sefillikti. O bir gün sırası geldiğinde onların yanına gideceğini biliyordu. Sadece biraz acele olsun istiyordu. Ölümün kesin olması onun içini rahatlatıyordu. Ölüm bir avuntuydu. Hiç avunamadı, neden ben de ölmedim isyanı kendisini bir türlü rahat bırakmadı. Eşi Nesime’nin uyarısına rağmen alkollü araç kullanmanın isyanı, geriye dönememenin isyanı ve hiçbir şeyi değiştirememenin, hatasını telafi edememenin isyanı…
Biten bir film artık hafızalarda yaşıyor. Hiçbir şey hafızadan silinmeden bitti sayılmıyor aslında. Hangi filmi izleyeceğimize biz karar versek de bazı anılara şahit olmayı biz seçemiyoruz. Gözümüzün önünde oluverip bitiyor. Sonra ‘unutamamak’ fiilinin içine hapsoluyor ve biz bitene kadar da bitmiyor.
Kendisi yüzünden iki can vefat etmişti, en sevdiği iki can. Sokağa bile çıkmak istemiyordu, kendi arabasına benzeyen arabalar, trafik kazasını hatırlatıyordu ve hiçbir toplu taşıma aracına da binmiyordu, sırf bu yüzden her yere yürüyerek gidiyordu. Bir önceki gün de ev aramak için sokak sokak yürümüş, uykusuzluğunun da etkisi ile bir hayli yorgun düşmüştü. Anılarından uzaklaşmak için evini sattığından beri, bir artı bir, kiralık evlerde yaşıyordu. Hep yüksek katları tercih ediyordu. Oturduğu yerden pencereden baktığında sadece gökyüzünü görmeliydi. Her sene bir ev değiştiriyordu. Hiçbir şeye, hiçbir yere alışmak istemiyordu, çünkü alıştığı şeylerin firakı insana acı veriyor. Bu bir kedi de olabilir, köpek de ağaç da çiçek de ev de…
Kapıyı açıp valizinin kulpundan tutup çekti. Valiz tekerli olmasına rağmen ağır gelmişti. Dünden kalan yorgunluğun etkisinden olsa da o bu çelimsizliğini kalbindeki yüke bağladı. Kalbindeki yük, beden kuvvetinin bir kısmını da almıştı sanki ondan. Valizinde göğsünde olduğundan daha az yük vardı. Valizi ile birlikte sürüne sürüne içeri girdiler.
Biraz kanepede oturup dinlenmek istedi. Dört kişilik bordo renkli kanepeye oturur oturmaz aşağıya doğru çöktüğünü hissetti. Ya kanepenin süngeri çok yumuşaktı ya da üzerinde hissettiği ağırlık onu içeri doğru gömmüştü. Açık olan pencereden dağlara baktı. Hava güneşliydi. Güneşin kesif sıcaklığını ise alnından süzülen ve gömleğini tenine yapıştıran terden anladı. Gömüldüğü yerin rahatlığından olsa gerek uykusu geldi. Dibe doğru ağır ağır iniyor gibi hissetti. Hayatı boyunca indiği dipti bu. Bir türlü dibe ulaşamayan çukur daha doğrusu. Uyumak istiyordu. Aklına gelmesini istemediği anıdan da uyuyarak uzaklaşmak istiyordu. Az uyuyan biri olarak gerçekten de şu an uykuya ihtiyacı vardı. İster istemez gözleri kayıp gidiyordu. “Uyuyunca insan acılarını da unutuyor, oysa beden uykuda olsa da ruh uyanık değil mi?” dedi, mırıldanarak. “öyle” diye bir ses duydu. Kendi sorusuna yine kendisi cevap vermiş gibi hissetti. Aslında bu cevabı kendisinin vermediğini sonra anladı. Uykulu ve sersem halinden birdenbire irkildi. “Halisinasyon mu görmeye başlıyorum artık?” dedi yine sessizce. “hayır” diye bir cevap geldi. Bu defa kendisinin konuşmadığından emindi. Sağına soluna baktı. Oda zaten bir taneydi, sadece mutfak, banyo ve tuvalet ayrıydı. Kalktı mutfağı, banyoyu ve tuvaleti kontrol etti. Hiç kimse yoktu. Sanırım aklım bana oyun oynuyor dedi içinden. “Bir şeye kafayı bu kadar takarsan olacağı buydu” dedi. Tekrar oturdu kanepeye. Yine karşıya baktı. Bir süre sonra üzerine düşen uykulu hâl tekrar geldi. Böyle oturmakla olmuyor en iyisi uzanayım da adam gibi yatayım diye düşündü. Yastık aradı. Yastık biraz uzaktaydı. Eğilip uzanarak yastığı yerden aldı, üzerinde saç telleri gördü ve yağlanmış gibiydi. Kokladı, yüzünü ekşitti, kirli olduğunu düşünüp tekrar attı yere. Kanepeye uzanıp başını yine pencereye doğru çevirdi. Burnu kanepeye değiyordu. Yine eşkimsi bir koku duydu. Bu koku yastıkta duyduğu kokuya benziyordu. Nefesi tıkanıyor gibi oldu. Başını kaldırdığında gözlerini yumup derin bir koku çekti içine, aslında evin her tarafında bu kokudan vardı. “Bu evde oturanlar ne kadar da pis insanlarmış,” dedi. “Öyle” dedi yine aynı ses. Bu defa emindi sesin geldiği yerden. Kanepenin oturduğu kısmı kaldırıp içine baktı. Kimse yoktu orada. Tekrar düzeltti. Kanepeye eğilip konuştu. “Sen de kimsin?” diye sordu biraz da tedirginlikle. Aklına gelen şeyin olmasını istemiyordu cevabı beklerken. Ama aklına gelen şey oldu.
“Görmüyor musun ben bir kanepeyim” dedi. İrikildi, bu defa korkudan irkilmişti, pecereye kadar hızla geriye çekildi.
“Korkmana gerek yok, ben yerimden kalkıp sana saldıramam.” dedi kanepe, “Diğer kanepelerden tek farkım konuşuyorum.”
“Senden korkuyorum ama saldıracağın için değil konuşabildiğin için.korkuyorum.”
“Haklısın, tarih boyunca konuşanlardan hep korkmuşlardır.” Bu kısa muhabbet biraz olsun sakinleştirmişti Ârif’i.
“Sen neden bu kadar pis kokuyorsun peki?” diye sordu.
“Senden önce bu evde oturan yaşlı bir adamın oğlu vardı. Sekiz yaşlarında. Felçliydi. Her gün bir defa da olsa üzerime işerdi çocuk. Babası da her gün üstümdeki çarşafı değiştirirdi ama süngerlerim çişi içine çekiyordu. Adam artık kokuya alıştığı için odadaki keskin kokuyu duymuyordu. Geleni gideni de yoktu garibin. Hatta çocuk büyük abdestini de yapardı üzerime. Ama adam bir türlü çarşafın altına büyük bir naylon çekmeyi akıl etmezdi. Tam iki sene boyunca yattı o çocuk üzerimde. O gördüğün yastığın üzerindeki kıllar çocuktan kalma saç telleri. Saçlarının terinden ise yastık yağlanmış gibi parlıyor. Bu adam bir trafik kazasında eşini kaybetmiş ve çocuğu da felç olmuş. Çocuk bitkisel hayatta gibi gün boyu tavana bakıyordu. Konuştuğunu hiç duymadım. Arada bir garip hırıltılar çıkarıyordu. Sanki bir çiçeğe bakar gibi baktı çocuğuna adam. Hiç tepki vermese de onunla konuşuyordu. Çokça özür diliyordu; “Alkollüydüm o gün, annen o kadar da uyarmıştı alkollü araba sürme diye, hep benim yüzümden bu hale geldin oğlum.” gibi sözler işte. Onlara ne oldu diye merak ediyorsun değil mi? Adam çocuğun öldüğünü anladı bir gün. Her gün kulağını ağzına dayardı, eğer nefes alıp veriyorsa şükrederdi. Bir gün sabah nefesinin gelmediğini bilince ağladı adam. Kendisi de o anda kalp krizi geçirip öldü.”
Birden kapını zili çaldı. Zil sesi ile irkilip yerinden kalktı. Oturduğu kanepeden yatar vaziyette kalktığını görünce, hâlini garipsedi. Gördüğü, her şeyin rüya olduğunu anlayınca rahatladı. Kanepeyi süzdü boylu boyunca. Gülümsedi ister istemez. Aslında sesli gülmek geldi içinden ama yapamadı. Uzun zamandır hiç sesli gülmemişti.
Kapıyı açtığında, elinde bir tabak yemekle küçük bir kız çocuğu gördü karşısında. Az önce rüya görmekle meşgul olan gözleri daha henüz dünyaya alışmamıştı. Kız çocuğuna bakıyordu ama onu görmüyordu. Önce bilinci görmeliydi ama o da daha uyanmamış gibiydi.
“Ahmet amca ve hasta çocuğuna yemek getirdim.” dedi çocuk. Şaşırdı. Rüya ile gerçeği sorgulamaya başladı. Evin içindeki eşkimsi kokuyu tekrar hissetti. Bu defa uyanık olduğundan emindi. Hızlıca odaya geçip yastığa baktı. Üzerinde kıllar vardı ve yağlıydı, parlıyordu. Düşünüyor gibi kafasını kaşıdı. Kapıda unuttuğu kız çocuğunu hatırladı. Gidip elinden yemek tabağını alıp teşekkür etti.
“Beterin beteri varmış.” dedi. Kanepeden cevap bekledi. Ses yoktu. Rüya olmasına rağmen gerçekti. Bir gerçeği rüyada görünce, rüyanın da bir gerçek olduğunu anladı.
Vefat edenlere üzülmek kolaydır, zor olan her gün ölüme bir adım yaklaşan bir hastaya bakmaktır. Ve bu hasta eğer evladınsa, gözlerinin önünde her gün eridiğini görmenin acısı daha vahim olmalıydı. Haline şükretti. Bu defa içten edilen bir şükürdü bu. Sırtındaki yükün üzerinden kalktığını, hafiflediğini hissetti. Bu bir boş vermişlik, artık hiçbir şey için üzülmüyor demek değildi, sadece içindeki bunalım hissini dışarıya salmıştı. Aklına geldikçe, üzüntüsü ve pişmanlığı yine oldu fakat kalbini sıkıştıran, beynini zonklatan, onu yüksek katlı bir binanın penceresinden atlamaya zorlayan his kaybolmuştu.
Nazım Köyce
